Vakit hızlıca akıp giderken bu hızlı serüvenin en kıpırtısız varlıkları belki de zamanı kontrol eden akrep ve yelkovandı. Saatleri, günleri, haftaları, ayları, yılları, yüzyılları ve yalnızlıkları kontrol ettiğini sanan bu aciz varlıklar, insanları yaşlandırdığını, anıları eskittiğini, hisleri törpülediğini zannetse de, duman altı bir barın çok da nezih olmayan havasında aniden canlanmaya pek müsaitti silmeye çalıştıkları... Belki de sadece güçlü imgeler canlandırabilirdi öylesine kolaylıkla. Kimi zaman çok uzaklardan gelen sesler, kimi zaman bir caddenin akasya kokan puslu havası… Mary için ise tüm bunlardan daha açıklayıcı ve kesin olan, Mathias’ın sesiydi. Eskisi gibi yumuşak bir ton, düzgün bir telaffuz, anıların arşivinden fırlamış gibi belli belirsiz imalar… “Ah Jane…” Öyle sık duymuştu ki Mary bunu yıllar önce, belki yüzlerce, belki binlerce kez… Eugéne için ağlarken, bahçede gezintiye çıkmak istediğinde, Mathias’a noelde atkı hediye ettiğinde, sabah erkenden uyanıp gördüğü kabusu anlattığında… Tüm cümleler Jane’le başlar, sadece vurgu ve sesin yüksekliği değişirdi. Her çeşidine alışık olduğu bu hitap, zihninin derinliklerinde kalan bilgiler onu yanıltmıyorsa bu sefer kırgın bir kadere boyun eğişi anlatıyordu. Peki, ama bu sefer niye? Hogsmeade’e giderken kütüphaneden ayrılmanın, göl kenarında yürüyüşe çıktıklarında kitaplardan ayrılmanın, tatil için eve dönerken en yakın arkadaştan ayrılmanın hüznünü simgeleyen bu serzeniş şimdi niyeydi? Anlam veremedi Mary Jane. Zaten daha önemli olan başka sorunlar vardı. Evet, karşıdakinin Mathias olduğu şüphe götürmezdi. Ona tüm ismiyle hitap eden Eugéne, soyadıyla çağıran öğretmenler, Mary olarak seslenen ailesi bu maskenin altında olamayacağı için, tek seçenek tanıştıkları günden tartıştıkları güne kadar Jane olarak hitap eden Mathias’tı. Aynı zamanda geriye kalan tek ve en yakın ihtimal. Yine de başını ona doğru çevirmeden bunu anlayamadı. Gözleri buluştuğunda karşılaştığı anlamlardan ötürü geri çekilmek için bir dürtü duysa da, içinde Mathias’a karşı oluşturduğu çekingenlik onu engellemeye çalışsa da, aslında bariz bir şekilde belli olan gözlerindeki ışık kim olduğunu teşhis etmesine yardım etti. O anda neden daha önce fark edemediğini anlayamadı, belki biraz da pişmanlık duydu. Eğer daha dikkatli baksaydı, eğer o maskenin altında Mathias olabileceğine ihtimal verseydi, onunla yıllar sonra karşılıklı konuşma şansına erişebileceğini düşünseydi daha temkinli olur, az önce söylediği kelimeleri sarf etmezdi. Birkaç saniyede olup biten ikilem hali, ani bir hareket ve anıların götürdüğü yılların yanılma payıyla fısıltıyla söylenen "Mathias!"ın ardından heyecandan buz gibi olmuş kollarını Mathias’ın boynuna doladı. Gözleri kapalı olduğunda ortak salonda doğum günü hediyesi için teşekkür eden Mary ve centilmenlikle Mary’nin saçlarını okşayan Mathias’tan farkı yoktu çocukluğuna dönmüş iki koca adamın. Hatta daha etkiliydi bile denilebilir. Tabi anıların büyüsü kısa zamanda Mary’nin zihninde bir oto kontrole büründü, kollarının kasıldığını ve yüzündeki gülümsemenin solduğunu hissetti. Zihni, yapmaması gereken bir şeyi yapmış olduğu sinyalini yollamakta gecikmedi, aniden geriye çekilen Mary aralarına görünmez paravanı çekti. Bastırılması gereken bir sevinçle bakan gözleri ve bilinmezliğin heyecanıyla hızla atan kalbi yeni bir soruyu meydana getirmişti. Az önce Mathias hakkında atıp tuttuğu maskeli yabancı yine Mathias’ın kendiydi. Peki, ama bunu neden kimliğini açıklamamış; ya da Mary’nin yanına geldiğini gördüğü gibi uzaklaşmamıştı? Kim bilir.